3 Ocak 2011 Pazartesi

Eğri Minare ve İçimizdeki Çocuklar





 Yılanın başı zamanında ezilmeli de, ne kadar ezilirse ezilsin ufak  tarih sayfalarına sarkmış bir kere.
Pederle sohbet ediyoruz da soruyor, Mimar Sinan’ın yaptırdığı bir camii varmış, minaresi de eğriymiş. Bize küçükken anlatırlardı. Hangi camii o?”
- …..
Hobbalaaa… “O nerden çıktı şimdi?” demeye filan hazırlanırken aklıma birden merhum mimarın o hadisesi geliyor. Arz edeyim kısaca;
inin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince İsta'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Sinan şâheserini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk, “Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!” diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, “Yavrum hangi minare eğri göster bana” dedi. Çocuk da “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi.
***
Süleymaniye Caminbul
Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı. “Çekin yukarı doğru!” diye çektirmeye başladı. Çocuğa da, “Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver” dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra, “Tamam, minare doğruldu” diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:
- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düze
ltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:
- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını. Ama çocuğun kafasındaki “minare eğri” intibâını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.
***

Herhalde Mimar Sinan’ın bu çabası tam netice vermemiş ola ki hala dillerde… Ya da netice vermiş de, o tarihten günümüze sarkan küçük şâyialara her halükarda set oluşturamamış.
Tarihi şâyialar dedikte, neydi o yakışıksız tabir, Kızıl Sultan mı? Yoksa Yıldız Sarayındaki baykuş muydu? Yok bir de sofrasına şampanya almadığı için yobazlık mı vardı ne?
Aslında bunların hiç biri değildi. Esasen atacak çamur kalmamıştı da, merhûmun sofrasına kadar miskin kedi misali sunulur-sokulunur olmuştu.
Özgürlük naralarına kapıldık ya. “Hürriyet” mefhumuna kucak açıp, bağrımıza basıyoruz derken, bu sofraya sızan kedilerin netice-i vahâmetini, bir zamanlar başbakanın yakasına sarılıp, “Özgürlük istiyoruz bakanım” sorusuna mukâbil verilen, “Bir Başbakanın yakasına Kızılay Meydanı'nda yapışabiliyorsan, bundan daha büyük bir özgürlüğü nerede bulabilirsin.” cevabında gördük.
O an ki durumun vehametinden ziyade okur-yazar takımına “vahim durum” diye yaygara yapan propaganda aletlerinin gücünü göz önünde bulundurmak gerek. Bugün tecrübesiz ülkelerde bu tür yaygaraların ne tür ihtilallere yol açtığı görülüyor. O dönemlerde asırlarca dersaadete hürmet beslemiş, muhabbetin en koyusu gönüllerimize nakşetmiş, aykırı görüşlere meydan vermemişiz. İlk defa biriler halkı ye’se düşürecek şeylerden bahsediyor ve zamanın elit Müslümanları bile buna kanabiliyor.
O devrin o kadar kötü olmadığını “hürriyet” geldikten sonra anladı halk. “Hürriyet” on sene içinde koca bir imparatorluğu Dubai şeyhliği kadar ufalttı.
Hepsi bir tarafa, öncelikle “içimizdeki çocukları” bilmek sonrasında ise “eğri minareye” çâre aramak gerekiyor. Yoksa tarihin birçok asılsız şâyialarından bir bühtân şubesine siz de aylık üç kuruşa abone olursunuz haberiniz ola…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder